Fotosentez Nedir?
Fotosentez en basit anlatımıyla bitkilerin nefes alıp vermesi, yada bitkilerin karbondioksiti emip yerine oksijen üretmesidir.
Fotosentez işlemi bitkilerde bulunan kloroplast adlı hücrede gerçekleşir.Bu hücreyi incelemek gerekir ise:
- Kloroplast: Bitki hücresiyle hayvan hücresi genel olarak aynı
özellikleri taşımaktadır. Bu iki canlı türünün hücreleri arasındaki en
önemli fark, bitki hücresinde artı olarak, içinde fotosentezin
gerçekleştiği yeşil bir deponun (plastid) yani kloroplastın
bulunmasıdır. Seyyar bir enerji santrali gibi güneş ışığını emen
klorofilleri saklayan bu organizmalar bütün sistemin kalbidir.
Kloroplastlar, iç içe geçmiş balonlara benzeyen yapılarıyla, doğanın
yeşil rengini verirler.
Bitki hücresinde, fotosentez işlemi kloroplastlarda meydana gelir.
Kloroplast 2-10 mikrometre kalınlığında (mikrometre metrenin milyonda
biridir), 0,003 milimetre (milimetrenin binde üçü) çapında mercimek
şeklinde küçük disklerden oluşmuştur. Bir hücrede 40'a yakın kloroplast
vardır. Bu ilginç birimler bu kadar küçük olmalarına rağmen bulundukları
ortamdan iki zarla ayrılmışlardır. Bu zarların kalınlığı ise akıl
almayacak kadar incedir: 60 angström, yani 0,000006 milimetre.
(milimetrenin yaklaşık yüzbinde biri)
Kloroplastın içinde "tilakoid" adı verilen yassılaşmış çuval şeklinde
yapılar vardır. Bunlar fotosentezin kimyevi birimleri olan klorofilleri
muhafaza eder ve daha ince zarlarla korunurlar. Bu tilakoidler, "grana"
adı verilen 0,0003 milimetre büyüklüğünde ve madeni para şeklinde üst
üste yığılmış diskler olarak dizilmişlerdir. Bir kloroplast içinde bu
granalardan 40-60 adet bulunur. Bütün bu karmaşık yapılar, protein ve
yağların belirli bir amaç için biraraya gelmeleriyle oluşur. Bunlar da
belirli oranlarda bulunurlar. Örneğin tilakoid zarı %50 protein, %38 yağ
ve %12 pigmentten oluşmuştur.
- Tilakoid: Kloroplastın içindeki ikinci aşama tilakoid adı verilen
torbalardır. Bunlar çuvala benzeyen ve içinde klorofil molekülünü
saklayan zarlardır. Bu torbaların içinde güneş ışığını emen yeşil
pigment olan klorofil bulunur.
- Grana: Tilakoidler biraraya gelerek granaları oluştururlar.
- Klorofil: Kloroplastın içinde bulunan ve güneş ışığını emen yeşil
pigmenttir. Klorofil olmasaydı, ne oksijen, ne besin, ne de doğanın
rengi olurdu.
- Stroma lamella: Kloroplast içinde granaları bağlayan boru şeklindeki zar.
- Stroma: Kloroplastın içindeki jele benzeyen sıvı.
3.1. FOTOSENTEZ VE IŞIK
Kloroplastların fotosentezi gerçekleştirebilmesi için güneş ışığına ihtiyaçları vardır.
Atmosfer, gerek fonksiyonları gerekse kimyasal bileşimiyle yaşam için
zorunlu, mükemmel bir örtüdür. Güneş, çok farklı dalga boylarında ışığı
yayar. Ancak bu dalga boylarından sadece çok dar bir aralık yaşam için
gerekli olan ışığı içerir. Ve bu noktada önemli bir mucize görülür;
atmosfer öyle bir yapıya sahiptir ki, sadece yaşam için gerekli olan
aralıktaki ışığın geçmesine izin verirken, yaşam için zararlı olan X
ışınlarını, gama ışınlarını ve diğer zararlı tüm ışınları emer ya da
geri yansıtır. Yaşam için son derece önemli olan bu seçilimden sorumlu
olan atmosfer tabakası ise, kimyasal formülü O3 olan "ozon tabakası"dır.
Ozon tabakasının evrendeki diğer 1025 adet farklı dalga boyuna sahip
ışın cinsi arasından, yalnızca yaşam için gerekli 4500 - 7500 A0
aralığındaki görünür ışığı geçirmesi bizim için özel tasarlanmış bir
mucize olduğunun göstergesidir. Eğer atmosfer bu aralıkta bulunan ışığı
geçirmeseydi veya bu ışıkla birlikte farklı dalga boylarındaki ışıkları
da geçirseydi, yeryüzünde canlılık kesinlikle oluşamazdı. Bu, canlılığın
oluşması için gereken yüzbinlerce koşuldan sadece bir tanesidir ve bu
koşulların tamamının eksiksiz olarak oluşması, canlılığın tesadüfen
meydana gelmesinin kesinlikle imkansız olduğunu gösterir.
Farklı dalga boyundaki ışıklar farklı renkler demektir. Gördüğümüz bütün
renkler belirli bir dalga boyuna ve frekansa sahiptir. Örneğin
kırmızının dalga boyu mordan uzundur. Bizim renkleri görebilmemizin
sebebi ise gözlerimizin bu hassas dalga boylarını algılayacak ve
beynimizin de bunları yorumlayacak şekilde yaratılmasından kaynaklanır.
Işığın dalga boyu "nanometre" adı verilen bir birimle tanımlanır. Bir
nanometre ise metrenin milyarda birine eşittir. Örneğin kırmızının dalga
boyu 770, koyu morun ise 390 nanometredir. Ancak bu o kadar küçük bir
birimdir ki, insanın gözünde canlandırabilmesi kesinlikle imkansızdır.
Bu ışıkların bir de frekansları vardır. Bu frekans "hertz" veya
saniyedeki devir sayısıyla ölçülür. Bir devir ise dalganın en üst ve en
alt noktası arasındaki mesafedir. Işık saniyede 300.000 km yol alır.
Eğer dalga boyu daha küçük ise fotonlar aynı sürede daha fazla mesafe
kat etmek zorunda kalırlar.
Buraya kadar anlatılan özelliklerden anlaşılacağı gibi bitkinin
kullandığı ışık çok özel bir yapıya sahiptir. Bu ışık, hem atmosferde
hassas bir elekten geçirilerek süzülür, hem bizim algılayamayacağımız
kadar küçük bir mesafe aralığında hareket eder, hem de bilinen en büyük
hıza sahiptir. Ayrıca hem dalga olarak hem de foton denilen tanecikler
şeklinde hareket ettiği için maddeleri oluşturan atomlara çarparak
kimyasal reaksiyonlara sebep olma özelliğine de sahiptir. (Yani ışık
hızına çıkılmış oluyor.)
Bu kadar kompleks bir yapıya sahip olan ışık büyük mesafeler katedip
bitkiye ulaştığında, özel bir anten sistemi tarafından algılanır.
Bitkide bulunan bu anten sistemi o kadar hassas bir yapıya sahiptir ki,
sadece bu çok küçük bir dalga aralığında bulunan ışığı yakalayacak ve
bu ışığı işleyecek sistemleri başlatacak şekilde yaratılmıştır. Eğer
ışık herhangi başka bir değere, hıza veya frekansa sahip olsaydı,
pigment (bitkinin anteni) bu ışığı göremeyecek ve işlem daha başlamadan
sona erecekti. Pigment ve ışık arasındaki uyum, çok sık karşılaştığımız
özel yaratılış örneklerindendir. Örneğin kulak ve ses dalgası, göz ve
ışık, besinler ve sindirim sistemi gibi sayısız uyumlu yaratılış örneği
mevcuttur. Ne ışık kendi dalga boyunu ayarlar ne de pigment
algılayabileceği ışık boyunu seçme şansına sahiptir. Açıktır ki, ikisi
de bu sistem için özel olarak yaratılmışlardır.
3.2. RENKLİ BİR DÜNYADA YAŞAMAMIZI SAĞLAYAN MUCİZE!
Işığı emen bütün maddelere pigment adı verilir. Pigmentlerin
renkleri, yansıtılan ışığın dalga boyundan, başka bir deyişle madde
tarafından emilmeyen ışıktan kaynaklanır. Bütün fotosentetik hücrelerde
bulunan ve bir tür pigment olan klorofil, yeşil dışında, görünen ışığın
bütün dalga boylarını emer.
Fotosentez işleminde görev alan anten, yüzlerce klorofil ve karotenoid
molekülünden ve reaksiyon merkezi olan klorofil a molekülünden oluşur.
Yaprakların yeşil olmasının sebebi yansıtılan bu ışıktır. Siyah
pigmentler kendilerine çarpan ışığın bütün dalga boylarını emerler.
Beyaz pigmentler ise kendilerine çarpan ışığın neredeyse bütün dalga
boylarını yansıtırlar.
(Sanırım ufolarda da diğer tüm ışıkları yansıtan bir metal ve renk
kullanılıyor. Bu renk yeşil yada beyaz olabilir. Ufo sadece gerekli olan
ışığı emiyor ve gerisini yansıtıyor. )
Örneğin bitkilerdeki klorofil ismi verilen pigmentler hem yeşil rengin
oluşmasını sağlayan, hem de fotosentezin gerçekleştiği yerlerdir.
Pigment, karbon, hidrojen, magnezyum, nitrojen gibi atomların biraraya
gelerek oluşturdukları moleküllerin gerçekleştirdikleri bir yapıdır.
İşte bu tür bir pigment olan klorofil hayatın devamında çok önemli bir
role sahip olan fotosentezi, hiç durmaksızın gerçekleştirir. Klorofil
pigmentinin boyutlarını düşündüğümüzde konunun ne kadar ince ve hassas
hesaplar üzerine kurulu olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
250-400 kadar klorofil molekülü gruplar şeklinde organize olarak,
"fotosistem" adı verilen ve çok hayati işlemler gerçekleştiren bir yapı
oluştururlar. Bir fotosistem içindeki bütün klorofil molekülleri, ışığı
emme özelliğine sahiptirler; ama her fotosistemde sadece bir klorofil
molekülü gerçekten ışıktan elde edilen kimyasal enerjiyi kullanır.
Enerjiyi kullanan molekül, fotosistemin ortasına yerleşerek, sistemin
reaksiyon merkezini tespit eder. Diğer klorofil molekülleri "anten
pigmentler" olarak adlandırılırlar. Klorofil a olarak adlandırılan
reaksiyon merkezinin çevresinde anten benzeri bir ağ oluşturarak
reaksiyon merkezi (yani klorofil a) için ışık toplarlar. Reaksiyon
merkezi 250'den fazla anten molekülünün birinden enerji aldığında,
elektronlarından biri daha yüksek bir enerji seviyesine çıkarak bir
alıcı moleküle transfer olur. Yani klorofil a'ya ait olan bir elektron,
etrafta dizilmiş bulunan diğer klorofil moleküllerine geçer. Bu sayede
zincirleme bir reaksiyon ve elektron akışı dolayısıyla fotosentez de
başlamış olur. Bu yüzden pigment dediğimiz organlar fotosentez işlevi
içinde hayati bir rol oynamaktadırlar. Bu çok özel yapılı moleküller
aynı zamanda çevremizdeki yeşil bitki dünyasını oluşturmaktadırlar.
Not: İleride tarif edilen ufolarda reaktör merkezi olarak üst üste
dizilmiş madeni para şeklindeki turuncu plakaların burada tarif edilen
granaların olduğunu düşünmekteyim.
3.3. IŞIĞIN SÜRESİ VE ŞİDDETİ
Fotosentez, ışığın şiddeti ve süresine bağlı olarak değişir. Ayrıca,
ışığın doğrudan ya da dağılmış olarak gelmesi de fotosentez açısından
önemlidir. Doğrudan veya direkt ışık ile bulut, sis ve diğer cisimlere
çarparak yayılan ışık arasında önemli farklar bulunur. Doğrudan gelen
ışınlar toplam ışığın %35'ini, yayılan ışık ise %50-60'ını oluşturur.
Yayılan ışığın fizyolojik kalitesi daha yüksek olduğu için bitkilerin
ihtiyacı olan ışık açığı karşılanmış olur.
Bitkilerin fotosentez yapabilmeleri ve hayatlarını sürdürebilmeleri için
ısıya ihtiyaçları vardır. Belirli bir sıcaklıkta tomurcuklarını
patlatarak çiçek açan, yapraklanan bitkiler, ısı belli bir sıcaklığın
altına düştüğünde yaşamsal faaliyetlerini sona erdirirler. Örneğin,
genelde ısı 10 derecenin üzerinde olduğunda orman ağaçları büyüme
devresine girerler. Tarımda ise bu sınır 5 derecedir. Isı arttıkça
kimyasal işlemler de iki ya da üç misli artar. Ancak ısı, 38-45 dereceyi
aştığında, bitkinin büyümesi türüne göre yavaşlar, hatta durur.
3.4. FOTOSENTEZİN AŞAMALARI
Bilim adamları kloroplastların içinde gerçekleşen fotosentez olayını
uzun bir kimyasal reaksiyon zinciri olarak tanımlamaktadırlar. Ancak,
önceki sayfalarda da belirtildiği gibi, bu reaksiyonun olağanüstü hızlı
gerçekleşmesi nedeniyle, bazı aşamaların neler olduğunu tespit
edememektedirler. Anlaşılabilen en açık nokta, fotosentezin iki aşamada
meydana geldiğidir. Bu aşamalar "aydınlık evre" ve "karanlık evre"
olarak adlandırılır. Sadece ışık olduğu zaman meydana gelen aydınlık
evrede fotosentez yapan pigmentler güneş ışığını emerler ve sudaki
hidrojeni kullanarak kimyasal enerjiye dönüştürürler. Açıkta kalan
oksijeni de havaya geri verirler. Işığa ihtiyaç duymayan karanlık
evrede, elde edilen kimyasal enerji şeker gibi organik maddelerin
üretilmesi için kullanılır.
3.4.1. AYDINLIK EVRE
Fotosentezin ilk aşaması olan aydınlık evrede, yakıt olarak kullanılacak olan NADPH ve ATP ürünleri elde edilir.
Fotosentezin ilk aşamasında görev yapan ve ışığı tutmakla görevli olan
anten grupları büyük bir öneme sahiptirler. Daha önce de gördüğümüz
gibi, kloroplastın bu görev için tasarlanmış bir parçası olan bu
antenler, klorofil gibi pigmentlerden, protein ve yağdan oluşur ve
"fotosistem" adını alır. Kloroplastın içinde iki adet fotosistem vardır.
Bunlar 680 nanometre ve altında dalga boyundaki ışıkla uyarılan
Fotosistem II ve 700 nanometre ve üstünde dalga boyuyla uyarılan
Fotosistem I'dir. Fotosistemlerin içinde ışığın belirli bir dalga boyunu
yakalayan klorofil molekülleri de P680 ve P700 olarak
adlandırılmışlardır.
Işığın etkisiyle başlayan reaksiyonlar bu fotosistemlerin içinde
gerçekleşir. İki fotosistem, yakaladıkları ışık enerjisiyle farklı
işlemler yapmalarına rağmen, iki sistemin işlemi tek bir reaksiyon
zincirinin farklı halkalarını oluşturur ve birbirlerini tamamlarlar.
Fotosistem II tarafından yakalanan enerji, su moleküllerini
parçalayarak, hidrojen ve oksijenin serbest kalmasını sağlar. Fotosistem
I ise NADP'nin hidrojenle indirgenmesini sağlar.
Bu üç aşamalı zincirde ilk olarak suyun elektronları Fotosistem II'ye,
daha sonra Fotosistem II'den Fotosistem I'e son olarak da NADP'ye
taşınır. Bu zincirin ilk aşaması çok önemlidir. Bu süreçte tek bir
fotonun (ışık parçası) bitkiye çarptığı anda meydana gelen olaylar
zincirini inceleyelim. Söz konusu foton bitkiye çarptığı anda, kimyasal
bir reaksiyon başlatır. Fotositem II'nin reaksiyon merkezinde bulunan
klorofil pigmentine ulaşır ve bu molekülün elektronlarından birini
uyararak daha yüksek bir enerji seviyesine çıkartır. Elektronlar, atom
çekirdeğinin etrafında belirli bir yörüngede dönen ve çok az miktarda
elektrik yükü taşıyan son derece küçük parçacıklardır. Işık enerjisi,
klorofil ve diğer ışık yakalayan pigmentlerdeki elektronları iterek
yörüngelerinden çıkartır. Bu başlangıç reaksiyonu fotosentezin geri
kalan aşamalarını devreye sokar; elektronlar bu sırada saniyenin
milyonda biri kadar bir zamanda yankılanma veya sallamadan kaynaklanan
bir enerji verirler. İşte ortaya çıkan bu enerji, bir sıra halinde
dizili bulunan pigment moleküllerinin birinden diğerine doğru akar.
Bu aşamada, bir elektronunu kaybeden klorofil, pozitif elektrik yüklü
hale gelir, elektronu kabul eden alıcı molekül ise negatif yük
taşımaktadır. Elektronlar, elektron transfer zinciri adı verilen ve
taşıyıcı moleküllerden oluşan bir zincire geçmiş olur. Elektronlar bir
taşıyıcı molekülden diğerine, aşağı doğru ilerlerler. Her elektron
taşıyıcısı bir öncekinden daha düşük bir enerji seviyesine sahiptir,
sonuç olarak elektronlar zincir boyunca bir molekülden diğerine akarken
kademeli olarak enerjilerini serbest bırakırlar.
Sistemin çalışabilmesi için suyun, tilakoidlerin iç tarafındaki alanda
parçalanması gerekmektedir. Bu sayede elektronlarını zar boyunca
ileterek stromaya ulaştıracak ve orada NADP+'ye (nikotinamid adenin
dinükleotid fosfat fotosentez sırasında, Fotosistem I için elektron alan
yüksek enerji yüklü bir molekül) indirgenecektir Ancak su kolay kolay
parçalanmadığı için bu bölgede güçlü bir organizasyon ve işbirliğine
ihtiyaç vardır. Bu işlem için gerekli olan enerji, yol boyunca iki
noktada devreye giren güneş enerjisinden
sağlanır. Bu aşamada suyun elektronları iki fotosistemden de birer
"itme" hareketine maruz kalırlar. Her bir itişin ardından, elektron
taşıma sisteminin bir hattından geçerler ve bir parça enerji
kaybederler. Bu kaybedilen enerji fotosentezi beslemek için kullanılır.
3.4.1.1. FOTOSİSTEM I VE NADPH OLUŞUMU
Fotosistem I'e çarpan bir foton, P700 klorofilinin bir elektronunu daha
yüksek bir enerji seviyesine çıkartır. Bu elektron, elektron taşıma
sisteminin NADPH hattı tarafından kabul edilir. Bu enerjinin bir kısmı,
stromadaki NADP+'nın NADPH'ye indirgenmesi için kullanılır. Bu işlemde
NADP+ iki elektron kabul ederek sistemden çıkar ve stromadan bir
hidrojen iyonu alır.
3.4.1.2. FOTOSİSTEM 2 – FOTOSİSTEM 1
Elektronun yörüngesinden çıkması, elektron alıcısına ulaşması ve bunu
takip eden birçok işlem, fotosentez için gerekli olan enerjiyi sağlar.
Fakat bu işlemin bir defa gerçekleşmesi tek başına yeterli değildir.
Fotosentezin devamı için bu işlemin, her an, tekrar tekrar gerçekleşmesi
gerekmektedir. Bu durumda ortaya büyük bir sorun çıkmaktadır. İlk
elektron yörüngesinden çıktığı zaman, onun yeri boş kalmıştır. Buraya
yeni bir elektron yerleştirilmeli, sonra gelen foton bu elektrona
çarpmalı, yerinden fırlayan elektron alıcı tarafından yakalanmalıdır.
Her defasında da fotonu karşılayacak bir elektrona ihtiyaç vardır.
Bu aşamada P700'ün kaybettiği elektronun yerine yenisi konur ve stromada
bulunan hidrojen iyonu (H+) tilakoidin içine taşınır. Bir foton
Fotosistem II'de P680'in bir elektronuna çarparak enerji seviyesini
arttırır. Bu elektron diğer elektron taşıma sistemine geçer ve
Fotosistem I'de P700'e kadar ulaşarak kaybedilen elektronun yerini alır.
Elektron bu taşıma zinciri boyunca hareket ederken, fotondan aldığı
enerji, hidrojen iyonunun stromadan, tilakoidin içine taşınması için
kullanılır. Bu hidrojen daha sonra ATP üretiminde kullanılacaktır. Bütün
canlıların hayatta kalmak için kullandıkları yakıt olan ATP, ADP'ye
(adenozin difosfat – canlılarda bulunan bir kimyasal) bir fosfor atomu
eklenmesiyle elde edilir. Sonuçta elektron, elektron transferini
gerçekleştiren taşıyıcı moleküller, Fotosistem II'nin elektronlarını
Fotosistem I'e ulaştırarak, P700'ün elektron ihtiyacını karşılar ve
sistem mükemmel bir şekilde işlemeye devam eder.
3.4.1.3. SU-FOTOSİSTEM 2
Ancak bu karmaşık tablo burada bitmez. Elektronlarını P700'e veren P680
bu aşamada elektronsuz kalmıştır. Ancak onun ihtiyacı olan elektronun
karşılanması için de ayrı bir sistem kurulmuştur. P680'in elektronları,
köklerden yapraklara taşınan suyun, hidrojen, oksijen iyonları ve
elektronlar şeklinde parçalanmasıyla elde edilecektir. Sudan gelen
elektronlar Fotosistem II'ye akarak P680'nin eksik elektronlarını
tamamlarlar. Hidrojen iyonlarının bazıları, elektron taşıma zincirinin
sonunda NADPH üretmek için kullanılır, oksijen ise serbest kalarak
atmosfere geri döner. Bu kompleks ve üstün tasarım
sayesinde kloroplast ve hücrelerin zararlı miktardaki ısı artışından
korunması sağlanmış, ayrıca bitkinin NADPH ve ATP gibi asıl ürünleri
oluşturması için gerekli olan vakit kazanılmış olmaktadır. Fotosentezin
ilk aşaması olan aydınlık evre, bu kadar üstün sistemlerle çalışmasına
rağmen aslında bir hazırlık aşamasıdır. Bu aşamada üretilen yakıt
niteliğindeki maddeler asıl işlemlerin gerçekleştiği karanlık evrede
kullanılacak, böylece bu tasarım harikası sistem tamamlanacaktır.
3.4.2. KARANLIK EVRE
Aydınlık evre sonucunda ortaya çıkan enerji yüklü ATP ve NADPH
molekülleri, karanlık evrede kullanılan karbondioksiti, şeker ve nişasta
gibi besin maddelerine dönüştürürler.
Karanlık evre dairesel bir reaksiyondur. Bu devre, sürecin devam
edebilmesi için reaksiyonun sonunda yeniden üretilmesi gereken bir
molekülle başlar. Kelvin devri de denilen bu reaksiyonda NADPH'yle
bitişik olan elektronlar ve hidrojen iyonları ve ATP'yle bitişik olan
fosfor kullanılarak glikoz üretilir. Bu işlemler kloroplastın "stroma"
diye adlandırılan sıvı bölgelerinde gerçekleşir ve her aşama farklı bir
enzim tarafından kontrol edilir. Karanlık evre reaksiyonu gözenekler
yoluyla yaprağın içine girerek stromada dağılan karbondiokside ihtiyaç
duyar. Bu karbondioksit molekülleri stromada, 5-RuBP adı verilen şeker
moleküllerine bağlandıklarında dengesiz 6-karbon molekülü oluştururlar
ve böylece karanlık evre başlamış olur. Kelvin dairesel reaksiyonunu
inceleyelim:
Karbondioksitin stromaya girmesiyle Kelvin devri başlar. (1) Karbon
molekülleri, 5-RuBP adı verilen şeker moleküllerine bağlandıklarında
dengesiz 6-karbon molekülü oluştururlar. (2) Bu 6-karbon molekülü hemen
ayrılır ve ortaya iki tane 3-fosfogliserat (3PG) molekülü çıkar. (3) Her
iki moleküle de ATP tarafından fosfat eklenir ve bu işleme
fosforilasyon denir. Fosforilasyon sonucunda iki bifosfogliserat (BPG)
molekülü oluşur. (4) Bunlar NADPH tarafından parçalanır ve ortaya iki
gliseral-3-fosfat (G3P) molekülü çıkar. (5) Bu son ürünün bir kısmı
kloroplastı terk ederek sitoplazmaya gider ve glikoz üretimine katılır.
(7-8) Diğer kısmı ise Kelvin devrine devam eder ve tekrar fosforilasyona
uğrar. Böylece devrin en başındaki 5-RuBP molekülüne dönüşür.
Bu 6-karbon molekülü hemen ayrılır ve ortaya iki tane 3-fosfogliserat
(3PG)molekülü çıkar. Her iki moleküle de ATP tarafından fosfat eklenir
ve bu işleme fosforilasyon denir. (bkz. yukarıdaki şekil, 2. aşama)
Fosforilasyon sonucunda iki bifosfogliserat (BPG) molekülü oluşur.
Bunlar NADPH tarafından parçalanır ve ortaya iki gliseral-3-fosfat (G3P)
molekülü çıkar. (bkz. yukarıdaki şekil, 3-4. aşamalar) Bu son ürün
artık kavşak noktasındadır ve bir kısmı sitoplazmaya giderek glikoz
üretimine katılmak için kloroplastı terk eder. (bkz. yukarıdaki şekil,
5. aşama) Diğer kısmı ise Kelvin devrine devam eder ve tekrar
fosforilasyona uğrar. Böylece devrin en başındaki 5-RuBP molekülüne
dönüşür. (bkz. yukarıdaki şekil, 7-8. aşamalar) Bir glikoz molekülü
oluşturmak için gerekli olan G3P molekülünün üretilebilmesi için bu
devrin 6 kez tekrarlanması gerekir.
Fotosentezin her aşamasında olduğu gibi bu aşamasında da enzimler önemli
görevler üstlenmişlerdir. Bu enzimlerin ne kadar hayati öneme sahip
olduklarını anlamak için bir örnek verelim. Fotosentezin özellikle bu
aşamasında etkili olan karboksidismütaz (ribuloz 1,5 difostaz
karboksilaz) adlı enzim 0,00000001 milimetre (milimetrenin yüzmilyonda
biri) büyüklüğünde olmasına rağmen asitleri ayrıştırır, oksitleme
işlerini katalize eder.
Bu ne işe yarar? Eğer karbonhidratlar (trioz-heksoz moleküller) hücre
içinde belirli bir oranda ve belirli bir yapıda depolanmazlarsa, hücre
içi basıncı artırır ve en sonunda hücrenin parçalanmasına yol açarlar.
Bu yüzden bu depolama, sıvılardan kaynaklanan iç basıncı etkilemeyen
nişasta makromolekülleri şeklinde gerçekleşir. Bu ise enzimlerin 24 saat
boyunca yaptıkları sıradan işlerden biridir.
Daha önce de belirtildiği gibi geriye kalan 5 RuBP molekülü ise sistemi
yeniden başlatmak için gerekli olan madde ihtiyacını karşılayarak,
kesintisiz bir reaksiyon zincirinin kurulmasını sağlamış olur.
Karbondioksit, ATP ve NADPH mevcut olduğu sürece bu reaksiyon bütün
kloroplastlarda devamlı olarak tekrarlanır. Bu reaksiyon sırasında
üretilen binlerce glikoz molekülü bitki tarafından oksijenli solunum ve
yapısal malzeme olarak kullanılır ya da depolanır.
3.4.3. ATP (ADENOZİN-TRİFOSFAT NEDİR?
Hücre içinde bulunan çok işlevli bir nükleotittir. İngilizce Adenosine
Triphosphate'dan ATP olarak kısaltılır, en önemli işlevi hücre içi
biyokimyasal reaksiyonlar için gereken kimyasal enerjiyi taşımaktır.
Fotosentez ve hücre solunumu (respirasyonu) sırasında oluşur. ATP, bunun
yanısıra RNA sentezinde gereken dört monomerden biridir. Ayrıca ATP,
hücre içi sinyal iletiminde protein kinaz reaksiyonu için gereken
fosfatın kaynağıdır.
Not: ATP ile yaşayan bir organizma olduğunu düşündüğüm ufonun
(İngilizce de critter deniyor) heryerinde, makinenin çalışmasını
sağlayan sinyallerin aktarıldığını düşünmekteyim.
Kimyasal Özellikleri
ATP, adenozin ve üç fosfat grubundan oluşur. Adenozinden itibaren
sayınca ikinci ve üçüncü fosfat grupları arasındaki bağın enerjisi çok
yüksektir. Bu bağın kırılmasıyla ATP, ADP'ye dönüştüğü zaman meydan
gelen enerji değişimi, hücre içinde -12 kCal/mol, labortuvar şartlarında
ise -7,3 kcal/mol'dür. Açığa çıkan bu büyük enerji miktarı,
biyokimyasal reaksiyonlarda ATP'nin bir kimyasal enerji deposu olarak
kullanılmasına yarar.
3.4.4. FOSFOR NEDİR? NERELERDE KULLANILIR?
Fotosentez işlemi sırasında da ATP’de kullanılan fosfat, yapay gübre ve
bazı ilaçların yapımında kullanılan fosforik asidin tuzu veya esterine
deniyor.Atom numarası 15, atom ağırlığı 30.97 olan fosfor, periyodik
tablonun 5. grubunda bulunmaktadır. Oksijene olan afinitesinin çok
yüksek olması nedeniyle litofil bir elementtir. Ayrıca C, H, N, O gibi
canlı bünyelerin önemli bir yapı elementi olması nedeniyle de biyolojik
önemi vardır. Bu nedenlerle tabiatta asla serbest halde bulunmaz;
fosforik asidin tuzu ve esterleri alinde bulunur. Çabuk alev alan,
karanlıkta parlayan basit cisimdir. Yunanca «phos», ışık ve «phoros»,
taşıyan sözcüklerinden. Beyaz fosfor, çok şiddetli bir zehirdir; balmumu
gibi yumuşak olan bu madde suda erimez ve açıkhavada öylesine çabuk
alev alır ki, su içinde saklamak zorunluluğu vardır. Kırmızı fosfor,
beyaz fosforun ısıtılmasıyla elde edilir. Daha az tehlikeli olduğundan
kibrit ve havai fişek yapımında kullanılır. Canlı organizmaların
işlemesinde önemli bir rol oynayan fosfor, özellikle kemiklerde, sinir
dokusunda ve beyinde bulunur. Fosforun eczacılık, metalürji, tıp ve
nükleer fizik alanlarında kullanımı daha sonra başladı.
Fosforışı (Fosforesans)
Beyaz fosfor havada bırakılacak olursa, hafif bir mavi ışık çıkartır. Bu
olay, oksijenden hemen etkilenen fosforun, ışık çıkartarak ağır ağır
yanmasından ileri gelir: fosforışı denilen işte budur. Bu terim,
yaygınlaştırılarak, zayıf bir ışık çıkartan bütün cisimler (hattâ
suyosunları, deniz anaları ve ateşböcekleri) için kullanılmıştır.
Günümüzde floresan lambaların içinde kullanılan fosfor, gaz sayesinde
olur.içinde bulunan civa gazının Flamanlarca ısıtılarak
buharlaştırılması sonucu oluşan gözle görülmez ışımanın camın iç
yüzeyine kaplanmış olan floresan adı verilen madde sayesinde parlak,
gözle görülebilir bir ışık üretiyor.
Floresan lambalarda, elektrik düğmesine basıldığında, trans-formerden
geçen elektrik, tüpün bir ucundaki elektrottan diğerine bir ark
oluşturur. Bu arkın enerjisi tüpün içindeki cıvayı bu-harlaştırır. Bu
buhar elektrik yüklenerek gözle görülmeyen ült-raviyole ışınları saçmaya
başlar. Bu ışınlar da tüpün iç yüzeyine kaplanmış olan fosfor tozlarına
çarparak görülen parlak ışığı oluşturur.18 Watt'lık bir floresan lamba,
75 Watt'lık bir ampul kadar ışık verebilir. Yani floresanlar daha az
enerji harcayıp, daha çok ışık verirler, yaklaşık yüzde 75 enerji tasarrufu
sağlarlar. Işık tek bir noktadan değil de tüpün her tarafından geldiği
için daha fazla dağılır. Mavimsi ışıkları daha yumuşaktır ve gözleri
yormaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder